EDİRNE YILDIRIM BAYEZİD CAMİİ’NİN GİZEMİ
Prof. Dr. Recep MESUT
recepmesut41.blogspot.com.tr
Edirne’nin uzaktan manzarası pek muhteşemdir – hangi
coğrafi yönden yaklaşırsan yaklaş bu şehrin görüntüsü çiçek sepeti gibi kubbeler
ve minareler buketini andırır. En üstte Selimiye bir taç gibi adeta göğe
yükselir. Onun çevresinde Eski Cami ve Üçşerefeli Cami de bu eski başkentin
şöhretine şöhret katarlar. Tam 7 adet selâtin camii (sultanlar tarafından kendi
adlarına yaptırılan) Osmanlı Devletinin dîni mimaride kademe kademe kaydettiği
üstün gelişmelere delâlet ederler.

Tunca nehri ve batıdan Edirne panoraması
(1853)
İnşaatların bitirilme sırasına göre:
1399 – Yıldırım Bayezid Camii [Sultan 1. Bayezid]
1414 – Eski Cami [Fetret Devri: Emir
Süleyman, Musa ve 1. Mehmet Çelebi]
1434 – Darülhadis Camii [Sultan 2. Murat]
1436 – Muradiye Camii [Sultan 2. Murat] (önce Mevlevihane
olarak, 1426)
1447 – Üçşerefeli Cami [Sultan 2. Murat]
1488 – Bayezid-i Velî Camii [Sultan 2. Bayezid]
1574 –
Selimiye Camii [Sultan 2. Selim] (UNESCO Dünya Mirası Listesinde, 2011)
Aslında bunların hepsi aynı zamanda geniş birer
külliyenin (cami, imaret, tabhane, medrese, mektep, hamam, köprü, v.b.) merkezi binasıdır ve bağışlanan zengin
vakıf gelirleriyle, asırlarca sürecek hizmetleri ve bakım-onarımları güvence
altına alınmıştır. Sadece bu yedi caminin, yapılış sırasına göre ziyaret edilip
incelenmesi Türk mimari tarihinin 175 yıllık süreç içerisindeki görsel anlatımı
olur. Zaten her mimarlık hocası ve öğrencisi için Edirne’yi ziyaret etmek farz,
münevver her Türk için de sevaptır.
Bunların haricinde bugün 40 civarında tarihi değeri
olan Osmanlı döneminden kalma cami ve mescit bulunmaktadır (tabi, Cumhuriyet
yıllarında yeni inşa edilenleri tarihi eser sayamıyoruz). Eski şehir tarihçileri 300 cami ve mescitten
bahsederler, fakat seller, yangınlar, depremler ve yabancı güçlerin işgalleri
sonucunda büyük çoğunluğu harap olmuştur.
Yukarıdaki tarih sıralamasına dikkatlice bakılırsa,
bugün hâlâ ayakta olup, ibadete açık olan en eski Edirne camisi “Yıldırım
Bayezid Camii”dir. O sadece selâtin camilerinin değil, her türlü cami ve
mescidin, yani İslâm ibadethanelerinin de en eskisidir. Bu nedenle rahatlıkla “Edirne camilerinin ağababası” diyebiliyoruz. Yani bugün adı “Eski Cami” (aslında
kuruluşunda “Süleymaniye Camii” imiş, Üçşerefeli Cami 1447’de hizmete girince “Yeni
Cami” olmuş ve Süleymaniye Camii’ne de artık “Eski Cami” denmeye başlanmış) olmasına
rağmen, Yıldırım Bayezid Camii’nden 15 yıl sonra inşaatı tamamlanmıştır.

Edirne’nin en eski camisi
– Yıldırım Bayezid Camii (1399)
Yıldırım Bayezid Camii 1300’lerden, yani 14. yüzyılın
son yıllarından kalma tek Edirne camimizdir. Dördüncü Osmanlı hükümdarı Sultan
1. Bayezid’in emriyle, 1396 ilâ 1399 yılları arasında ve ünlü Niğbolu Savaşında
elde edilen ganimetlerle yapılmıştır (Niğbolu Zaferi ise 25 Eylül 1396
tarihinde Niğbolu Kalesi önünde, Macar kralı Sigismund önderliğindeki “Haçlı Ordusu”nun
yok edilmesidir. Türklerin Avrupa topraklarında birleşik Hıristiyan güçlerine
karşı elde ettikleri ilk kat’î başarıdır). “Niğbolu” bugün Tuna kıyısında,
Bulgaristan topraklarında, Plevne’nin 40 km kuzeyinde kalan Nikopol kasabasıdır.

Niğbolu
Savaşını gösteren minyatür
(Nakkaş
Osman, Hünernâme, 1588)
Osmanlı sultanları, önemli askeri zaferlerini kutlamak
için gösterişli zafer takları veya görkemli anıtlar yerine, halkın güncel
ihtiyaçlarını karşılayacak ve kalıcı hizmet verecek inanç ve sosyal yardım
kurumlarını (dârülhayır) tercih etmişlerdir. Nitekim Sultan Yıldırım Bayezid’in
fikri ve niyeti de, Edirne’de gittikçe kalabalıklaşan Müslüman cemaatine hizmet
edecek kompleks bir külliye (cami, aşevi ve hamam), o zamanki tabirle bir
“imaret” inşa etmektir. Hizmetin sürekliliğini garanti etmek için vakıf
oluşturmuş, Edirne, Çirmen ve Dimetoka’dan değişik gelir kaynakları
bağışlamıştır. Özellikle Edirne’de ikamet eden gayrimüslümlerin cizye
vergilerini bu vakfa bağlamıştır. Gerçekten de Edirnelilerin yüzyıllar boyunca
“Eski İmaret” olarak adlandırdıkları
bu yapılar bütünü 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşına kadar, yani 478 sene [1 R.
Kazancıgil,”Edirne İmaretleri”, 1991] hizmet
vermiştir. Ne yazık ki, söz konusu savaşta harap olan aşevi ve hamam, boş bir
arsa olarak, yeniden onarılan caminin yanında kalakalmıştır. Bugün da hâlâ öyle
durmaktadır. [Yıldırım Bayezid’in Edirne dışında Bursa’da, Bolu’da, Mudurnu’da,
Bergama’da, Kütahya’da, Balıkesir’de, Karaferye’de (bugün Yunanistan’da “Veria”
şehri) de cami, imaret, tıbhane, medrese ve hamam gibi çok sayıda hayır
eserleri vardır].

Yıldırım Bayezid İmareti’nden kalan boş
arsa ve mutfak bacası (2016)
Bu külliyenin çevresinde gelişen Müslüman mahallesi
(Mahalle-i İmaret-i Yıldırım Han) artık sadece “Yıldırım Mahallesi” olarak
bilinmektedir. Cami hem Osmanlı döneminde, hem de Cumhuriyet yıllarında defalarca
onarım görmüştür (son onarım 2005’te). Aslında o bize kıymetli bir yadigârdır –
cevval ve kahraman bir Osmanlı padişahını hatırlatmakta, aynı zamanda “abidevî
eser” olarak Niğbolu Zaferi’ni ebedileştiren bir anıt’tır.
Edirne’de inşa edilen ve günümüze ulaşmış bulunan
diğer bazı “dârülhayır” kurumları da Osmanlı tarihinin şanlı zaferlerini
hatırlatmaktadırlar:
1399 Yıldırım Bayezid Camii - Niğbolu Meydan Savaşı (1396)
1447 Üçşerefeli Camii – İzmir Fethinden alınan
ganimetler (1426)
[2
O.N.Peremeci’nin “Edirne Tarihi”ne göre, 1939]
1488 İkinci Bayezid Külliyesi – Kili ve Akkirman
Fetihleri (1484)
1574 Selimiye Camii ve Külliyesi – Kıbrıs Adasının
Fethi (1571)
Edirne’nin fetih yılının 1361 olduğu
dikkate alınırsa, ilk yapılan caminin 1399’da, yani 38 yıl sonra hizmete girmiş
olması çok şaşırtıcıdır. “Edirne fatihi” kabul edilen 1. Murat Hüdavendigâr’ın Edirne’de
kendi adına hiçbir dini eseri bulunmamaktadır [Boğaziçi Üniversitesi
kurucu rektörü ve sanat tarihçisi Aptullah Kuran (1927-2002) ve onun ekolü
(John Freely) bugün Yıldırım Bayezid’in adını taşıyan bu camiyi, 1369 yılında
babası 1. Murad’ın yaptırdığını savunuyorlar ve ona “Edirne Murat I
Hüdavendigâr Camii” diyorlar. Fakat bulunmuş olan vakfiyesi, eski tarihçilerin
(Şükrullah) şahadeti, tahrir defterleri ve halkın eskiden beri kullandığı
“Yıldırım” ismi artık tereddüte yer bırakmamaktadır].
Birinci Murad’ın Edirne’de sadece ilk sarayın, “Eski
Saray” (Saray-ı Atîk) inşaatını emrettiği ve 1365/66 yıllarından itibaren burayı
kullanmaya başladığı tarihi belgelerde zikredilmektedir. Ve 24 yıl sonra,
1389’da, şehit olacağı Kosova Meydan Muharebesine, Edirne’den yola çıkan bu
padişah, iki yetişkin oğlu (Bayezid ve Yakup) ve tüm ordu erkânı, Cuma
namazlarını nerede kılıyorlardı? Ve Kosova savaş meydanında, “yıldırım” hızıyla
kardeşini katlettiren ve hükümdar olan 1. Bayezid daha 10 yıl süreyle Edirne’deki
ibadetlerini hangi camide ifa ediyordu? Dindar ve hayırsever kişiliği daha
şehzadelik yıllarında belli olan Bayezid’in [Bolu ve Mudurnu Camileri 1382
tarihli, Balıkesir Camisi 1388 tarihli, hükümdar olduktan sonra Bursa’daki
külliyesi (1390), Karaferye Camisi (1394)], bütün Rumeli fetihlerini başlattığı
Edirne’yi 1396-1399 yıllarına kadar neden geciktirmiştir? [Bergama ve Kütahya
Ulu Camileri 1399, en büyük eseri olan Bursa Ulu Camii 1400 yılında
gösterilmektedir].

Yıldırım Bayezid Han
(Osmanlı minyatürü)
Aslında bu soruların cevabı basittir –
Edirne’de daha fetih gününden itibaren, Kaleiçi’nde, kiliseden devşirme iki
büyük cami mevcuttu: Halebiye Camii ve Kilise Camii. Bu camiler,
1752’de Edirne’yi tahrip eden ve “Küçük Kıyamet” olarak halkın zihninde yer
eden korkunç depreme kadar ayakta idiler, söz konusu depremde yıkıldılar ve bir
daha onarılmadılar (3 Ağazâde Örfî
Mahmud Ağa’nın “Cevrî Tarihi”). Aynı depremde yıkılan
diğer cami ve mescitlerin çoğu yeniden imar edildi, çünkü vakfiyeleri vardı,
gelirleri belliydi, sorumlu mütevellileri ve dönemin padişahı (Sultan 1.
Mahmud) bunları ayağa kaldırdılar. Fakat kiliseden döndürülmüş ve vakfiyeleri
olmayan bu camilerin enkazı 19. yüzyıl sonlarına kadar (yaklaşık 150 sene)
Kaleiçi’nde durdu.

Halebiye (Ayasofya) Cami enkazı fotografı (Léchine, 1888)
(4R.Ousterhout &
Ch.Bakirtzis, The Byzantine Monuments of the Evros/Meriç River Valley,
Thessaloniki, 2007)
Zaten deprem sonrası Müslümanların büyük çoğunluğu
Kale dışına taşınmış, diğer taraftan 1414’ten sonra (başta Eski Cami, sonra Üçşerefeli
Cami, sonra 2. Bayezid Camii ve en sonunda Selimiye Camii) yeni ve daha büyük
mübarek mekânlar olarak kale dışında inşa edilmişlerdi.
Adrianopolis (Edirne) Kalesi “vere” ile teslim olmuştu.
Kale muhafızı “tekfur” Osmanlı kuvvetlerini karşılamak üzere ordusu ile doğudaki
Sazlıdere mevkiine kadar çıkmış, fakat burada mağlup olunca geriye kaçarak
kaledeki ailesini ve hazinesini bir kayığa yüklemiş, Meriç nehri yoluyla Enez’e
kaçmıştı. Savunmasız kalan kale halkı, kıyım ve yağmaya uğramamak için 1.
Murad’a kale kapılarını açmıştı. Canları ve malları bağışlanmış, kale içindeki
evlerinde oturmalarına izin verilmiş, surlarda da herhangi bir yıkım
oluşmamıştı. 1368’den sonra Osmanlı Devletinin başkenti (Dâr-ül-mülk) kabul
edilen Edirne (5A. Bâdi,
Riyâz-ı Belde-i Edirne), genişleyen bir
imparatorluğun iç ili olarak savunmaya ihtiyacı olmamasına rağmen, kale
duvarları, kuleleri ve burçları özenle korunmuş, 1829’daki ilk Rus işgalinde
kale kapıları ve duvarları hâlâ duruyormuş (Rus ressamlarının gravürleri
vardır).

1829 yılında Edirne Kalesi (Germe Kapı) (A.
Desarnod çalışması)
Adrianopolis, ticari yolların kesiştiği yerde, askeri
garnizon barındıran ve güçlü surları olan bir Roma “castrum”u (müstahkem savunma mevkii) olarak M.S. 131 yılında imparator
Hadrianus (Adrianus) tarafından kurulmuştu. 1230 yıl boyunca sürekli
saldırılara hedef olduğu için sur dışında yerleşme (varoş) gelişmemişti. Yaklaşık 360 dönümlük kale içerisinde ancak
15,000 nüfus barındırabiliyordu (6 Rifat Osman, Edirne
Rehnüması, 1920).
İslâm fatihlerinin gayrimüslüm topraklarında her zaman
yaptıkları gibi, mevcut Hıristiyan mabedlerinden bir veya birkaç tanesini hızla
camiye dönüştürmek (Cuma namazlarını kılabilmek için), fakat yerli halkın kendi
ibadetlerini sürdürebilmesi için diğer kiliselere dokunmamak alışılagelmiş bir
kuraldı. Yüzyıllardan beri Anadolu’da ve Ortadoğu’da Hıristiyanlarla (ve
Musevilerle) yan yana yaşamış bulunan Müslümanlar, bu “semâvi dinlerin”
ibadetlerine ve ibadethanelerine saygı göstermişler, icabında bunların
mabedlerini kullanmışlardı. Edirne’den önce fethedilen yerlerde (Bursa, İznik,
İzmit) Osmanlılar da aynı şekilde davranmışlardı.
Teslim olan Adrianopolis (Edirne) Kalesinin içine
giren 1. Murat [tahminen İstanbul Kapısından girmiş (sonradan bu kapıya İğneciler
Kapısı denmiş, bugün ise Balıkpazarı adıyla bilinmektedir)], bugünkü
Balıkpazarı Caddesinden kalenin ortalarına kadar ilerlemiş, burada (bugünkü “1.
Murat Lisesi” civarında, “Kemer Avlu” Mahalesinde) yer alan şehrin en büyük
kilisesi “Hagia Sophia” (Ayasofya)’nın camiye dönüştürülmesini emretmiştir. En
büyük kilise olması ise merkezi konumu ve metropolitlik ikametgâhı olarak tarif
edilmesinden anlaşılmaktadır. Çünkü Sultan 1. Murat Edirne’deki Tekfur
Sarayı’nı beğenmeyip Dimetoka’ya gittiği için Rum Metropolitliği söz konusu
saray yakınına taşınmış [bugünkü “Sultan Hotel”in yerine, Tekfur Sarayı ise
bankaların arkasına düşmektedir]. Fetihte bulunmuş olan Müslüman gazilerin ilk
Cuma namazlarını bu camide kılmış olduklarına göre Edirne’nin en eski İslâm
mabedi bu Ayasofya Camii’dir (7 Abdurrahman Hibrî,
“Enîsü’l-Müsâmirîn”, 1635). 80 yıl sonra, Sultan
2. Murad’ın emriyle bu caminin güneyindeki arsaya (1440 civarı) bir medrese
yapılmış (bugünkü “Halebiye Medrese Sokak” üzerinde) ve Halep’ten gelen Seraceddin
Mehmet bin Ömer Halebî (Fatih Sultan Mehmed’e de hocalık yapmıştır) ilk
müderris olduğu için sonradan Ayasofya Camii’ne de “Halebî Camii” veya “Halebiye”
denilmeye başlanmıştır.
Fetih esnasında 1. Murat ikinci bir kilisenin de camiye
dönüştürülmesini emretmiş. Bugünkü Balıkpazarı Caddesinin sonunda ve sol
tarafta “Kamber Baba Tekke Sokak” ile “Çukur Sokak” arasında yer alan “Panagia”
(Panaiya, Hz. Meryem) Kilisesi de cami olmuş ve yıllarca “Kilise Camii” adıyla Müslümanlar tarafından kullanılmış (8
R.Kazancıgil, M.Tuğrul, ”Edirne ve Osmanlı Padişahları”, 2001). Fakat 1451 yılında, tahta yeni çıkan Fatih Sultan
Mehmed’in emriyle bu cami tamamen yıktırılmış ve yerine, içten iki ayak üzerine
altı kubbeli, dıştan son cemaat yeri beş kubbeli ve tek minareli büyükçe bir
cami inşa edilmiş. Fatih adına Edirne’deki tek cami bu olmasına rağmen,
önceleri “Fatih Camii” denmiş ise de Edirneliler alışılagelen “Kilise Camii”
adını sürdürmüşlerdir. Sonradan bu caminin kıble tarafına Uşşakî tarikatından şeyh
Hacı Mustafa Kamber (Kanber) Baba bir zaviye (“Kamber Ayağı”) yaptırmış, ölümünden
sonra buraya gömülmüş ve türbe yapılmış. Bugün “Kamber Baba Tekke Sokak”ta sadece
şeyhin mezarı demir parmaklıklarla korunmaya alınmıştır.

Edirne, Kaleiçi, Kamber Baba Tekke
sokakta şeyhin türbesi (2016)
Ancak esas büyük muamma Kaleiçindeki bu yıkılmış ve
kaybolmuş devşirme camiler değildir. Hâlâ ayakta olan ve hizmet vermeye devam
eden, Edirne camilerinin ağababası olan “Sultan
Yıldırım Bayezid Camii”, belki de Türkiye’nin en garip, en tartışılan ve
sırları çözülememiş camidir. Bu gariplikleri şöyle anlatabiliriz:
1) Konumu – bugün bile şehir merkezinden uzak olan
sapa bir yer seçilmiştir. Hıristiyanların yoğun oturduğu Kaleiçi’nde kiliseden
devşirme sadece iki cami bulunurken ve sultan sarayı (yani Saray-ı Atîk)
Kale’nin kuzeydoğusuna doğru yükselen Buçuktepe eteklerinde (bugün Selimiye
Camii civarı) inşa edilmişken, ters bir istikamette, batı yönünde ve Tunca
nehrinin 300 m
öbür tarafında seçilen bu yer pek mantıklı görünmemektedir. Hattâ Tunca
üzerindeki “Gazi Mihal Köprüsü” geçildikten sonra, Tuncaya dökülen bir derenin
üzerinden de ayrıca ikinci bir “Yıldırım Köprüsü”nden geçerek ulaşılmaktadır
(fakat o yıllarda Batı’ya giden yol, “Eski Kapıkule Yolu”, söz konusu ikinci
köprüyü geçtikten sonra, tam Yıldırım Bayezid Camii’nin köşesindeki “Yıldırım
Çeşmesi” önünden, sola ayrılarak devam ediyormuş).

Yıldırım Köprüsünün ötesinde tek başına
yükselen Yıldırım Bayezid Camii
Gerçi fetih esnasında bu bölgede “Aina” adlı bir
köyden bahsediliyor, fakat onun da bir Hıristiyan köyü olduğu tartışmasızdır
(bugün Yıldırım Mahallesi adını alan bu bölgede Rum mezarlığı ve kilise
kalıntıları vardır). Fetihten sonra buralara Müslümanlar da yerleşmiş, fakat
söz konusu caminin inşaatından önce mi, sonra mı tespit etmek mümkün değildir.
2) Dış görünüm ve avlu – uzaktan bakıldığı zaman orta
büyüklükte, bir büyük, iki küçük kubbeli ve tek minareli tek şerefeli Osmanlı
camilerini hatırlatmaktadır. Yeşillikler içerisinde, muntazam dış duvarlarla
sınırlanmış (bu duvarlar orijinal olmayıp, son bakım-onarım esnasında inşa
edilmişlerdir, 2005) iç içe iki avlusu vardır. Dış avlu, imarete ait boş arsayı
korumaya almış ve sokağa bakan (bugün “Şehit Zikri Şahin Caddesi”, eskiden “Taş
Bahçe Yolu”) gösterişli giriş kapısının demir parmaklı kanatları kapalı
tutulmaktadır.
İç avluya, cami bedeninin dibindeki iki yan kapıdan
(kuzey ve güney) girilmekte, ayrıca ara kapıdan dış avluya
geçilebilmektedir. Güzel ağaçları,
bakımlı çiçekleri, yenilenmiş şadırvanı, hoş görünümlü çıkrıklı su kuyusu sayesinde
bu avlu uhrevî duygular uyandırmaktadır. Bir de saçak altına yuva yapmış
kuşların cıvıltıları eklenince (su içmeleri için şadırvan kenarında ufak taş
çanak bulunmakta) bu semtin sessizliği daha bir huzur verici oluyor.
Ancak Dr. Rifat Osman Bey (6 Rifat
Osman, Edirne Rehnüması, 1920) 1911 yılında, ön
cephenin sol köşesinde yıkık bir “Şehzâdeler Türbesi” ve iki parçalanmış
sanduka gördüğünü yazmaktadır. Toprak içinde bulduğu kırık bir mermer üzerinde
“Şehzâde Ahmet bin Murad Han” yazısını okuduğunu, öbür sandukanın sahibinin
belli olmadığını belirtmektedir. Onun tahminine göre, Fatih Sultan Mehmed’in tahta
çıkışında, Edirne Sarayı hamamında Evrenosoğlu Ali Bey tarafından boğdurulduğu
söylenen 2. Murad’ın 1,5 yaşındaki en küçük şehzâdesi Ahmed’e aittir. Günümüzde
bu türbeden eser kalmamıştır.

2005 yılı onarımından sonra Yıldırım
Bayezid Camii’nin iç avlusu (2016)
Yan sokaktaki tali kapıdan avluya girince, caminin ana
giriş cephesinin tam doğuya bakması ilk sürprizdir. Erken saatlerde gelirseniz,
doğan güneşin ışıkları ve sizin gölgeniz direkt giriş kapısına düşecektir.
Edirne’deki camilerin ana girişi doğuya bakmaz, genellikle kuzeybatıya yönelik
olurlar, çünkü girişin karşısına gelecek mihrabın güneydoğu tarafında olması
beklenir (Edirne’nin coğrafi konumuna göre kıble güney-güneydoğu arasında
kalır).
3) Son cemaat yeri – avlu seviyesinden yüksekçe olan
ve iki yan duvar ile sınırlanan bu “sundurma”ya ortadaki taş basamaklardan
çıkılmaktadır (yan cepheleri yoktur). Öne eğik bir düz çatı, yan duvarlar dışında,
önde yer alan dört adet taş-mermer sütuna dayanmaktadır. Daha eski mabedlerden (Bizans
dönemi) devşirildikleri açıkça belli olan kabartma başlıklı yuvarlak mermer
sütunlar kısa geldikleri için alt kısımlarına daha kaba işlenmiş taş kaideler
ilâve edilmiştir. Ana cephenin ortasında çok sade, ikikanatlı ahşap giriş
kapısı (cümle kapı), üstünde yüksek kemerli yarım daire şeklinde aydınlanma
penceresi ve her iki yanında büyükçe birer dörtköşe pencere göze çarpmaktadır.
Hiçbir mimari özelliği ve güzelliği olmayan bu cephenin bir “selâtin camisi”
için çok basit ve özensiz kalması hayal kırıklığı yaratmaktadır [bazı
müelliflerin (S. Eyice12) de
iddia ettikleri gibi daha baştan resmî cami olarak düşünülmemiş, sadece imarete
gelenler için bir zaviye hedeflenmiş olabilir ve sonradan camiye
dönüştürülmüştür]. İstanbul fethinin öncesinde ve sonrasında birçok Osmanlı
sultanı Edirne’de aylarca oturmuş olmasına rağmen, hiçbirinin bu camide ibadet
ettiği vakayinâmelerde belirtilmemiştir (Edirne’de tahta çıkan ve kılıç kuşanan
padişahlar genellikle “Eski Cami”yi tercih etmişlerdir).

Yıldırım
Bayezid Camii’nin ön cephesi, sütunlar ve ana giriş kapısı
4) İç mekân – bu caminin en garip ve en şaşırtıcı
kısmı içeri girilince görülmektedir. Bu mekân resmen bir “haç” şeklindedir (bir
daire içinde kalan ve eşit uzunlukta olan dört birbirine dikey koldan meydana
gelen “Yunan haçı”). Orta kesişme yerinde oturanlar haricinde, kollarda ibadet
edenler birbirlerini görememektedir, fakat kollar fazla uzun değildir (7-er m). Sadece orta mekân 8 m çapında bir kubbe ile
örtülüdür, yan kolları ise tonoz çatı kapatmaktadır. Bizans kiliselerinde sıkça
görülen bu tasarımın diğer bir özelliği de kolların kesin yöneltilmesidir:
doğu, batı, kuzey, güney. [Dünya mimari tarihinde “haçvari” mekânın en bilinen
örneği M.S. 425 yılına tarihlenen ve İtalya’nın Ravenna şehrinde yer alan
“Galla Placidia” Mozolesi’dir]. Fakat 1396 yılında Edirne’de inşaata başlayan
ustaların İtalya’daki bu binayı bilmelerine gerek yoktur, çünkü Bizans
İmparatorluğunun her tarafında bu tasarım dini mabedlerde yaygın uygulanmış ve en
yakın örnek Edirne’deki kiliseden devşirme “Ayasofya camii” (sonradan
“Halebiye” adını alacaktır) imiş.

Ana girişten (doğudan) sonra karşıdaki
batı kol, ikinci kapı ve müezzinler mahfili (sağ ve sol tarafta tabhane
odalarına geçiş kapıları)
Ana giriş “doğu kol”dan olunca, tam karşıdaki “batı
kol”un dibinde ikinci bir giriş kapısı göze çarpmaktadır (yani bu caminin arka
cephesinde de giriş kapısı bulunmaktadır). Bu kapının sağ tarafına ise ahşap
iki katlı müezzin mahfili eklenmiştir. Peki mihrap nerededir? Cami dendiğine
göre mimber ve vaiz kürsüsü nerededir? Bunları görebilmek için ortadaki
“kubbealtı” bölümüne kadar ilerlemeniz gerekecektir. Sol tarafa baktığınızda,
yani “güney” istikametinde mihrap, mimber ve vaiz kürsüsünü fark edeceksiniz.
Mihrabın konumu şaşkınlığınızı bir kat daha arttıracaktır: ortada değil, sol
köşeyi çaprazlamasına dolduran düz
çerçeve içinde bir niş şeklinde yer almaktadır. Aslında kıble yönüne (güney-güneydoğu)
düzgün olarak işaret etmekte, fakat iki duvarın birleştiği köşeye
oturtulmuştur. Sağda mimber, solda da vaiz kürsüsü besbelli son restorasyonda
ilâve olunmuş çağdaş ürünlerdir. İşte bu görüntü yüzyıllardan beri (600 yıl)
bütün ziyaretçilerin ve tarihçilerin “garip cami” demelerine ve açıklamak için
zorlanmalarına sebep olmuştur.

Güney kol: sol köşede mihrap, sağda
mimber, en solda vaiz kürsüsü (2015)
Bunun
karşısında, yani “kuzey” kolda ise kadınlar mahfili, ahşap ve iki katlı olarak
dip kısmına oturtulmuştur.
Duvarlar olağanüstü kalın (pencerelerden bellidir)
olduğu için doğal aydınlatma yetersizdir. İkinci kat pencerelere vitray tatbik
edilmiştir. Merkezi kubbe doğrudan dört kemer üzerine oturtulduğu, aydınlatma
pencereleri olan bir kasnağa dayanmadığı, tepesinde fener açıklığı da olmadığı
için üstten hiçbir aydınlık gelmemektedir. Bu nedenle ibadet sahınları loş ve
nispeten karanlık kalmışlar, fakat yaz sıcaklarında serinliği de garanti
ediyorlar.

Kuzey kol: kadınlar mahfili
Bu caminin iç mekân tasarımı, mimari tarihten bilinen
klasik “dört eşkollu Yunan haçı” planından bazı farklılıklar da göstermektedir:
a) “cümle kapısı”nın açıldığı “doğu” kol, diğer üç koldan daha dar ve 2 m daha alçak tutulmuş, adeta
bir “medhal dehlizi” (giriş koridoru) işlevi üstlenmiştir (buradaki tonoz tavan
ile üstteki düz çatı arasında kapalı bir mekân bahis konusudur; eskiden bu
mekânın son cemaat yerine bakan ufak penceresi son onarımda kapatılmıştır); b)
söz konusu koridorun iki duvarına kemerli geçitler açılarak iki adet kare
biçimli yan oda eklenmiştir. Bu odalar dış beden duvarlarının devam
ettirilmesiyle oluşmuş, iki cepheden pencere ile aydınlanmakta ve yukarıdan
küçük birer kubbe ile örtülmüşlerdir (dışarıdan görünen üç kubbenin, ufak ve
simetrik olan ikisi bu odalara aittir). Yine mimarlık tarihinden bilinen
“yarı-kapalı Yunan haçı” planı ortaya çıkmıştır. Bu sayede iç mekânın “haçvari”
biçimi dıştan algılanmamakta, sadece batıdan hafifçe hissedilmektedir.
Söz konusu yan odaların “zâviye” veya “tabhâne”
(“bî-tab” düşenlerin dinlenmesi için) olarak değerlendirildikleri şüphe
götürmemektedir. Dr. Rifat Osman’ın yazdığına göre “…tabhanelerin duvarları ve yaşmaklı ocaklarının etrafı zarif çiniler ile
kaplı ve süslü iken, 1877 Rus istilâsında çalınmış ve tahrip olmuştur…”.
Zaten bu ikinci Rus istilâsı esnasında, askerler tarafından kullanılan imaret,
hamam ve cami büyük yıkıma uğramış, yağmalanmış ve yıllarca enkaz halinde
kalmıştır.
İbadet mekânının “haçvari” (aslında 3+1, yani üç kollu
artı bir koridorlu) olması dışında, inşa edildiği yıllar için tipik olan “erken
Osmanlı camileri”ne benzemektedir (“Bursa tipi”, tabhâneli veya zâviyeli
camiler diye bilinirler). Bir sonraki aşamada “üçkollu” mekân genişletilerek
tek dikdörtgen sahın halini alacaktır. Fetih yıllarında Rumeli’de inşa edilen
camilerin ekseriyeti “tabhâneli”dir (fakat dikdörtgen sahınlı ibadet mekânlı),
çünkü İslâmi yaşam tarzını (günlük ibadetleri) karşılayabilecek han ve
kervansaraylar ağı henüz oluşmamıştır. Tabhane odaları yolculara, gezgin
dervişlere, görevli ulaklara konaklama ve dinlenme imkânı sunuyor, bitişikteki
mescit vakit ve Cuma namazları için kullanılıyor, yandaki imaretten ücretsiz
yemekler geliyor, hamam ise sıcak suyla yıkanabilmelerini temin ediyordu.
Komple düşünülmüş bir hayır kurumu (hotel-restoran-banyo ve ibadet yeri) ancak
böyle olabilirdi. Caminin tek şerefeli ince minaresi, sol tabhane odasının
güneydoğu köşesine, beden duvarları üzerine oturtulmuştur. Ayrı bir temeli ve
dışarıdan giriş kapısı olmadığı için, giriş kapısının hemen solundan beden
duvarı içerisine oyulan basamaklar ustaca gizlenmiştir.
Erken Osmanlı camilerine benzemesinin önemli bir
kanıtı da duvarlarda dıştan görülen işçilik ve malzemedir: tüm yerli ve yabancı
sanat tarihçileri bu almaşık taş ve tuğla sıralanmasını, Bizans usulünden
farklı, özgün Osmanlı inşaat tekniği olduğunda hemfikirler. Bu nedenle
kiliseden döndürülmüş camiler kategorisine de girmemektedir.

Caminin batı cephesi: arka kapı ve
duvarlardaki inşaat tekniği (2015)
Tartışmalar
İlk Edirne tarihçisi Abdurrahman Hibrî (1604, Edirne - 1659, Edirne) bakalım ne diyor:
“…Garip görüntüdür ki, bu camii Yıldırım
Han’ın kendisi yaptırdığı bilinmekte iken, mimari özelliği kiliseden dönme
şeklinde ve mihrabı çarpık olmuştur. O tarihlerde yapılmış benzersiz
güzellikteki camiler göstermektedir ki, bunları yapan üstâd mimarlar bulunmakta
iken böyle garip planlı cami, Allah bilir, akla hemen gelen şudur ki, o yerde
bir kilise temeli bulunup onun üzerine yapılmış olabilir…” (7).
Yani daha 400 yıl önce, doğma büyüme Edirneli olan Hibrî Çelebi bu camiye
“garip”, “mihrabı çarpık” diyerek şaşkınlığını gizlememiş, kilise temeli
üzerine bina edilmiş olabileceğini öne sürmüştür.
Diğer bir
Edirneli tarihçi Ahmet Bâdi (1839,
Edirne – 1907, İstanbul), 250 yıl sonra (1890 civarı) şöyle yazıyor: “…Dört kemere dayalı bir kubbe ve bir
minarelidir. 1399 tarihinde Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmış olduğu
yazılıdır. Bununla beraber, şekli ve görünüşü kiliseyi andırmaktadır. Mihrabı
çarpık olduğundan, ya kiliseden camiye çevrilmiş, veyahut da kilise temeli
üzerine yapılmış olduğu düşünülebilir. Bazı belirgin özellikleri ile
minaresinin kuruluşuna bakılırsa bunun kiliseden çevrilmiş olması kuvvetli bir
olasılıktır. Hıristiyan tarihçilerden bu camiin geçmişi sorulmuş ise de, doğru
bilgi alınamamıştır…” (5). Bâdi Efendi de Hibrî Çelebi ile aşağı
yukarı aynı fikirdedir.
1910 yılında ünlü Alman sanat tarihçisi
Cornelius Gurlitt (1850-1938) (9 Gurlitt,C. “Die Bauten Adrianopels”) Edirne’deki eski eserleri inceliyor ve Yıldırım Bayezid Camii’ni
Hıristiyan kökenli “Kirchenmoschee”
(yani Kilise Camii) şeklinde sınıflandırıyor.

Tosyavizâde Dr. Rıfat Osman
(1874-1933)
İstanbul doğumlu olup uzun yıllar
(1904-1933 arasında) Edirne’de görev yapmış olan Dr. Rifat Osman (1874, İstanbul – 1933, Edirne) “Edirne Rehnüması”
(1920’de Edirne’de basılmıştır) adlı eserinde daha etraflı araştırma yapıp
mimari şemasını da çizmiştir: “…Bir
minareli, çatısı kubbeli ve kurşun kaplıdır. Yapılış biçimi İtalya’da,
Ravenna’daki Galla Placidia mozolesine benzeyip bir daire içine çizilmiş haç
şeklindedir. Bu yerde, Edirne’nin fethinden önce “Tiris İbehares” adında bir kilise var iken, Dördüncü Haçlılar
döneminde yakılmış ve bu harabe üzerine yapıldığında mihrabı çarpık düşmüştür…”
Aynı zamanda mimar (Edirne’deki Halk Eğitim Merkezi binasının mimarı) ve ressam
olan Rifat Osman Bey, mimarlık tarihinden haberdar olduğu için Galla Placidia
mozolesini bir benzetme olarak zikretmiştir. İyi bir soruşturma yapıp bu
yerdeki eski kilisenin adına da ulaşabilmiştir.

Edirne Yıldırım Bayezid Cami’in planı (6 Rifat Osman, Edirne Rehnüması, 1920;
yeni baskı, Edirne, 1994)
Bu
çizilen plana göre, o zamanlar son cemaat yerinin çatısı boydan boya düz bir
çardak şeklinde değilmiş: ortada ufak bir kubbe, yan taraflarda ikişerden dört
beşik çatı ile örtülüymüş. Mimber ile minareye ulaştıran duvar bedeni içindeki
basamaklar ve minarenin izdüşümü belirtilmiş, fakat ahşap olan kadınlar ve
müezzinler mahfilleri gösterilmemiş.

Osman Nuri Peremeci (1874-1945)
Uzun yıllar Edirne’de öğretmenlik yapmış olan Osman Nuri Peremeci (1874, Şumnu –
1945, Edirne) de “Edirne Tarihi” (1939’da İstanbul’da basılmıştır; tıpkı
basım, Bellek Yay, Edirne, 2011) kitabında
Yıldırım Bayezid Camii için “…Binanın
şekli cami biçimini göstermediğinden, önceden kilise olup Yıldırım emri ile
camiye çevrildiği ve yahut ta kilise temeli üzerine yeniden yapıldığı halde bu
şekli aldığı zannolunuyor. Rifat Osman bey merhum burada önce “Tiris İyehares” kilisesi harabesi
olduğunu söylüyor…” demektedir.

Ekrem Hakkı Ayverdi (1899,İstanbul
- 1984,İstanbul)
Edirne Yıldırım Bayezid Camii’nin en ayrıntılı ölçüm
ve incelemelerini Yüksek Mimar Ekrem
Hakkı Ayverdi yapmış ve 1966’da yayınlanan eserinde (10 E.H.Ayverdi,”Osmanlı
Mimarisinin İlk Devri”,1966) şöyle demiştir: “…Şaşmaz inşai işaretler, toprak üstünde ne
varsa Osmanlı olduğunu göstermiştir. Geriye, bize meçhul bulunan temeller
kalıyor. Onların eski olduğunu iddia edenler olursa, bir temelden faydalanmak
için bir cami yapıldığını söylemiş olurlar. Düşünülsün ki hiçbir değer
taşımayan bir temel için cami yapılır mı? Bu bina, mimarisinde ve inşaatında
kusurlarla dolu ve malûldur. Neresinden bakılırsa acaip bir tarafı olan bu
cami’in noksan ve kusurlarına illa sebep aranacağına, olduğu gibi kabul etmek
emin bir tarzdır. Bu derbeder bina bir kilise artığı olsa, bizim daha memnun
olmamız icab ederdi. Osmanlı mimarisine bunun kazandıracağı bir şey yoktur. Bu
cami, Osmanlı mimarisi denen dev’in sakat çocuğudur. Bundan dolayı her noksanlı
gibi alâkayı tahrik etmektedir…”
Yani, hayatı boyunca sayısız Osmanlı mimari eserini
incelemiş bulunan E.H. Ayverdi, caminin kesin Osmanlı yapısı olduğunu, fakat
“kusurlarla dolu”, “acayip”, ”noksanlı” olduğunu kabul ediyor ve “sakat çocuk”
gibi tartışılmadan aynen kabul edilmesini istiyor.

Oktay Aslanapa
(1914-2013)

Semavi
Eyice
(d. 1922)
Diğer bir sanat tarihçimiz Oktay Aslanapa (1914, Kütahya – 2013, İstanbul) da “…Yıldırım Bayezit tarafından yaptırılan cami
mimarî bakımından başarısız ve aksaklıklarla dolu bir eser, aslında bir
hıristiyan binasıdır…” (11 O.Aslanapa,”Osmanlı Devri
Mimarisi”, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1986)
hükmünü vermiştir.
Ünlü Bizantinolog Semavi
Eyice (d. 1922, İstanbul) ise biraz farklı tezler öne sürmüştür. “…şehrin dışında olduğuna göre nekropol
mıntıkasında IV-V. yüzyıllarda yapılmış bir “mausoleum” olan binanın haç
biçiminde dört kolunun tonozları Türk mimari üslûbunda sivri kemerli olarak
yapıldıktan başka, dış duvarları binanın iç yapısını tamamen gizleyen, hiç
tereddüte yer vermeyecek surette Türk üslûbunda tuğla-taş tezyinat ile
kaplanmıştır. Esasında bir “imaret” olup, esas gayesi zâviye olarak kullanılmak
idi…” (12 S. Eyice,”Bizans Devrinde Edirne ve bu Devre
ait Eserler”; Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağan Kitabı, TTK Basımevi,
Ankara, 1965).


Robert Ousterhout Charalambos Bakirtzis
Son olarak, 2007 yılında Selânik’te
(Thessaloniki) iki yabancı kökenli Bizans sanatı uzmanı (Amerikalı Robert Ousterhout ve Yunanlı Charalambos Bakirtzis) tarafından yayınlanan “Meriç Nehri Vadisinde Bizans
Abideleri” (4 The Byzantine
Monuments of the Evros/Meriç River Valley) başlıklı araştırmada Edirne
Yıldırım Bayezid Camii, Bizans eserleri arasında gösterilmiş, fakat binanın
işçiliğini ve inşaat tekniğini Osmanlı ürünü olarak belirtmişlerdir.
“Küpeli
Cami”
1635 : En eski Edirne tarihçisi olan Abdurrahman Hibrî,
Yıldırım Bayezid Camii’ni tarif ettikten sonra bir cümle daha eklemektedir: “… Taştan birbirine geçme olarak yapılmış iki
halkalı bir askı, bu cami’in kubbesinin köşesine asılmıştır. Bu nedenledir ki,
bazıları buna “Küpeli Cami” derler” (7).
1653 : Yaklaşık aynı yıllarda Edirne’yi ziyaret eden Evliya
Çelebi de, “Küpeli cami” adının mermer halka ve avizeler takılmış olmasından
veya inşaatın Timur istilasında yarım kalması, Yıldırım’ın kızı “Küpeli
Sultan”ın bir elmasını satarak cami’î tamamlamasından ileri geldiğini
söylemektedir (13 Evliya Çelebi, Seyahatname, c. 5).
1890 : Diğer bir Edirne tarihçisi olan Ahmet Bâdi ise “… Taştan yontulmuş birbirine geçme küpe
şeklinde iki adet mermer halka daha önceleri cami dışına asılmış olduğu için
halk arasında “Küpeli Cami” de denmektedir. 1877 senesinde Rusların Edirne’yi
istilası sırasında imaret tamamen yanmış, küpe şeklindeki asılı taşlar da yok
olmuştu.” (5).
1920 : Dr. Rifat Osman da “…Eskiden Küpeli Cami adıyla ünlü olup mihrabına yakın kubbesinde
birbirine geçme iki mermer halkanın asılı olması böylece isimlendirilmesine
sebep olmuştur. Diğer bir inanışa göre, Yıldırım-Timurlenk olayından dolayı
yapımına ara verilerek, sonrada Yıldırım Han’ın kızı “Küpeli Sultan” tarafından
tamamlandığından halk arasında “Küpeli Sultan Camii” adını almıştır…” (6)
1939 : Osman Nuri Peremeci bu hususu farklı aktarıyor.
Kendisinden önceki tarihçilerin “…Küpeli
Cami de denildiğini söylüyolarsa da, yaşlı ve bilen adamlardan öğrendiğime göre
Küpeli Cami bu olmayıp Cisr-i Mustafapaşa şosesi üzerindeki diğer bir camiye
denirmiş. O cami şimdi yıkılmış ise de yerini ve dolayındaki mezarları bana
gösterdiler”
Yıldırım
Bayezid Camii’nin gizemi
Bu caminin konumunda ve yapısında bir acayiplik
olduğunu herkes görüyor ve kabul ediyor. Belli ki bu gariplikler daha
kuruluşundan beri varolmuşlar (Edirneli olan Abdurrahman Hibrî 1635’te bunları
yazmıştı). Tesadüfen ve bilinçsizce de ortaya çıkmamışlar, yani “doğuştan
sakat” diyemeyiz. Vakfiye yazdırmış ve gelirler bağışlamış olan Sultan Yıldırım
Bayezid Han inşaatın bitiminden (1399) sonra da Edirne’de bulunmuş ve binayı
muhakkak görmüştür (ancak 28 Temmuz 1402 Ankara Savaşında esir düşmüş ve 9 Mart
1403’te ölmüştür).

Talimatlarına
uyulmasaydı, sert mizaçlı bu hükümdar hemen yıktırır ve mimarları
cezalandırırdı. Böyle bir şey olmadığına göre, kendisinin bilerek ve isteyerek
böyle bir garip cami inşa ettirdiğini kabul etmemiz gerekir. Diğer taraftan,
dindar bir Müslüman olduğu, bundan önce ve bundan sonra çok sayıda harika
güzellikte camiler yaptırdığı da tartışma götürmemektedir. Neden Edirne’deki bu
ibadethaneyi “haç planlı” bir temel üzerine yaptırmış ve mihrabı çarpık
düşürmüştür?
Öncelikle şehrin dışında “nekropol”
bölgesindeki bu yer tesadüf seçilmemiştir. 1904 yılından itibaren
uzman-radyolog olarak Edirne’de görev yapan Dr. Rifat Osman Bey (kendisi
Türkiye’nin ilk Röntgen uzmanıdır), diğer araştırmacılardan daha etraflı
soruşturmuş olacak ki, söz konusu yerde önceden “Tiris İbehares / İyehares”
adında bir kilisenin varolduğunu, 1204 Haçlı Seferi esnasında yakıldığını ve
Osmanlı fethinde harabe halinde bulunduğunu bildirmektedir. Aradan 500 yıl
geçtikten sonra bile, Edirne’de böyle bir bilgi verebilecek, eski kayıtlara
vakıf (tahminen Hıristiyan din adamı) insanlar varmış demektir.
Sık rastlanan bir kilise adı olmadığı
için, Trakya Üniversitesi Yunan Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr.
Ferhan Kırlıdökme Mollaoğlu’nun yorumuna başvurduk. Hemen bunun, telâffuzu
Türkçeleştirilmiş “Tris İerarhes” (Τρείς Ϊεράρχες), yani “Üç Azizler” olduğunu bildirdi.
Fakat hangi üç Hıristiyan azizi olabilirdi
ve neden Edirne dışında onlara ithafen bir kilise yaptırılmıştı? Kaleiçinde
olmadığına göre, Adrianopolis dışında olan bu yapı bir “martyrion” (İng.
martyry), yani Hıristiyan inancı uğruna “din şehidi” olanlar adına yapılan anıt
mıydı acaba?
Günümüzde internet sayesinde bilgiye
ulaşmak ve araştırma yapmak çok kolyalaşmıştır. Google’a girerek “Martyrs of Adrianopolis” yazdık ve çok
sayıda siteden bilgiler döküldü. Özellikle Amerika, Avustralya ve Rusya
kaynaklı dini siteler, daha eski ve daha yeni zamanlarda Adrianopolis’te
(Edirne dışında başka Adrianopolis şehirleri de vardır) din uğruna şehit
olanları bildiriyorlardı.
Hepsini inceledikten sonra, “OCA (Orthodox Church of
America)”, “Catholicsaints.info” ve “Lives of all saints” adlı sitelerde, “Adrianopolis
in Thrace” (yani Edirne’de) birlikte işkence edilen ve şehir dışında öldürülen
üç azizin ismini bulduk: ikisi erkek (St. Maximus ve St. Theodotus) ve bir
kadın (St. Asclepiodote). Bunlar çok erken tarihlerde, daha Roma İmparatorluğu
döneminde, M.S. 310 yılında, Hıristiyanlığın henüz tanınmadığı ve tenkil
edilip, inananların devlet görevlileri tarafından korkunç işkencelere tabi
tutulduğu ve “Diocletianus” zulümleri (persecution) diye bilinen en erken
şehitlerden sayılırlardı. Hikayeleri kısaca şöyleydi: Karı-koca olan Maximus ve
Asclepiodote, “Marcianopolis”in (bugün Bulgaristan’da, Varna’nın 30 km batısında Devne
kasabası) zengin sakinlerinden olup, Hıristiyanlık öğretisine inanmışlardı.
Buradan geçen Roma’nın Trakya valisi “Tiris” bunları tutukladı ve vazgeçmeleri
için zorladı. Aynı şehrin saygın kişisi Theodotus valiye karşı bunları savundu,
fakat o da tutuklandı. Eyaletini dolaşmakta olan vali, üçünü birlikte
Adrianopolis Kalesine getirdi ve burada kanlı işkencelere başvurdu. Demir
zincirlere bağladı, çengellere astı, vahşi hayvanlara attı. Fakat vahşi
hayvanlar bunlara dokunmadı. İki hafta süren bu işkencelerden sonra valinin
Philippopolis (bugün Bulgaristan’da Plovdiv-Filibe) şehrine geçmesi
gerekiyordu. Dini inançlarından vazgeçmeyen bu üç kişiyi, Philippopolis’e doğru
yola çıkarken, Edirne Kalesi dışında, “Saltis” köyünde başlarını kestirdi.

Saint Maximus and Saint Theodotus of
Adrianopolis


Woman martyr Asclepiodote of
Adrianopolis
Kısa bir süre sonra, 313 yılında yeni İmparator I.
Constantinus, Hıristiyanlığı resmen tanıdı, hatta himaye etti. 325’te İznik
(Nikea) Konsili yapıldı ve tedricen Hıristiyanlık hakim din haline geldi.
Maximus ve eşi Asclepiodote ile Theodotus unutulmadı ve “aziz” ilân edildiler.
Henüz Hıristiyanlık Doğu ve Batı kiliselerine ayrılmamıştı (bu ancak 1054
yılında kesinleşti). Bu nedenle hem Ortodokslar, hem de Katolikler bu üç azizi
kutlamaya devam ettiler. Muhtemelen öldürüldükleri yere “martyrion” şeklinde
anıt yapıldı. Bunun hangi yıllarda yapıldığı, kale dışında kaldığı için
“barbar” akınlarında kaç kere tahrip edildiğini bilemiyoruz. Son tahribatın
Haçlılar elinden (1204, Dördüncü Haçlı Seferi) [bilerek olmasa gerek]
gerçekleştiğini, birileri Rifat Osman Bey’e açıklamış bulunmaktadır. Ve bu üç
azizin şehit edildikleri yer (Adrianopolis Kalesinden çıktıktan sonra
Philippopolis yolunda) şaşırtıcı biçimde bugünkü Yıldırım Bayezid Camii’nin
yerine uymaktadır.
Fakat Yıldırım Bayezid’e söz konusu
harabenin, yıllar önce inanç uğruna öldürülmüş Hıristiyan azizlerine anıt
olduğunu anlatan birileri olmalıydı ve neden bir Osmanlı sultanı bu azizlere
saygı duymuştu?
Tarih sayfalarından bilindiği gibi
Birinci Kosova Savaşından sonra Yıldırım Bayezid, savaşta ölen Sırp hükümdarı
Despot Lazar’ın eşi Militza ile antlaşma yapmış, büyük oğlu Stefan Lazareviç’i
taht varisi olarak tanımış ve en küçük kızı Olivera’yı eş olarak istemişti. Stefan
Lazareviç’in hayat hikâyesini kaleme alan kendi vakanüvisi Konstantin Kosteneçki (14 K.Kosteneçki, Stefan
Lazareviç. Yıldırım Bayezid’in Emrinde Bir Sırp Despotu; Çev. Hüseyin
Mevsim,2008) ne diyor: “…Elçiler dindar hanımefendiyle küçük kızı Olivera için anlaştılar ve
patrikle konsildeki papazların da oluruyla, İsa yolundaki sürüyü onu yok eden
kurtlardan koruması için Olivera, Ulu Emir Bayezid’e eş olarak verildi. Bunun
için anısı canlı olan ağabey Stefan, kız kardeşiyle hükümdarın yanına gitti ve
o zaman Sırp ülkesi boyunduruk altına girdi. Şöyle ki, Stefan, kardeşi Vuk,
asilzadeleri ve geri kalanlarla birlikte her yıl Bayezid’e göreve gidiyordu…Ulu
hükümdar Bayezid’in doğrulukta üstüne yoktu, Stefan’ı bir babanın çok değer
verdiği oğluna gösterdiği gerçek ve samimi sevgiyle kabul ediyordu…”.
Gerçekten de Stefan Lazareviç bir vasal olarak eniştesine daima sadık kalmış,
bütün savaşlarda (Hıristiyanlara karşı bile) askerleriyle yanında olmuştur
(Ankara Savaşında da Timur saflarına geçmeyen tek müttefik Sırplar olmuştur).
Macar kralı Sigismund yönetimindeki
Haçlı Ordusuna karşı kazanılan Niğbolu (Nikopol) Savaşının en kritik safhasında
“…Sırp despotunun cenahlarda bulunarak
taarruz ettiği ve muvaffakiyette âmil olduğu anlaşılıyor…” (15 İ.H.Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi, I cilt, 4.baskı,1982). Bu
savaşta Türklere esir düşen 16-yaşındaki Johannes
Schiltberger de bunu itiraf ediyor “…Despot
denilen Sırbistan Dükü onbeşbin kişilik iyi askerlere sahipti ve Türk kralının
ve diğer sancakbeylerin yardımına koştu…” (16 J.Schiltberger,
Türkler ve Tatarlar Arasında; Çev. Turgut Akpınar, 1995)
Niğbolu Savaşının tarihini, değişik kaynaklar, birkaç
gün farkla, 25 ilâ 28 Eylül 1396 olarak bildiriyorlar. Şimdi bugünkü kilise
kayıtlarına bakalım – Adrianopolis azizleri ilân edilen St. Maximus, St.
Theodotus ve St. Asclepiodote
için
dua ve ayin günü hangisidir: 15 Eylül’dür. Eski Julian takvimi ile sonradan (1582’den
itibaren değişik ülkeler farklı yıllarda) benimsenen Gregoryen takvim
arasındaki 10 veya 13 günlük farkı (1926’da kabul eden Türkiye için 13 gündür)
göz önüne alırsak, demek oluyor ki, Yıldırım Bayezid bu “üç aziz”in yortu
gününde çok büyük bir zafer kazanmıştır. Sevgili eşinin (Olivera’yı yanından
hiç ayırmazmış) ve sadık kayın biraderinin dualarıyla Hıristiyan azizler (ve tabi
ki, onbeşbin Hıristiyan askeri) ona yardım etmişlerdi.
Tahmin edebiliriz ki, Olivera’nın ve
Stefan Lazareviç’in teklifleri ile söz konusu azizlerin, Edirne’nin kenar
mahallesinde enkaz halinde bulunan “Üç Azizler” anıtını (“martyrion”), şükran
nişanesi olarak onartıp ayağa kaldırdı. Ya buna gerçekten inanmıştı (bugün dahi
kilise ve adak yerlerinde Hıristiyan azizlerden medet ummanlar vardır), ya da
söz vermişti geri dönemedi. Fakat Müslüman tebasını da unutmadı, onlar için
“haçvari” temel üzerine zaviye, yanında aşevi ve hamam şeklinde bir
“darülhayır” hediye etti. Ve zengin vakıflar bağışladı. Semavi Eyice’nin
varsayımı (esasında bir “imaret” olup,
esas gayesi zâviye olarak kullanılmak idi) en mantıklı görünüyor. Yani bir
temsili “sultan camii” değildi. Fakat Bayezid üç sene sonra öldü, oğulları 11
yıl süren kanlı çatışmalara sürüklendiler (Fetret Devri), Olivera’yı Timur
esaretinden ağabeyi kurtardı (fidye ödedi) ve Sırbistan’a gitti, Stefan
Lazareviç bağımsızlığını ilân etti. Dolayısıyla Yıldırım Bayezid İmaretinin
sırrını bilen kalmadı. Bu süreçte imaretin çevresine Müslümanlar yerleşti ve
mahalle camiine ihtiyaç doğdu. Zâviyenin beden duvarlarının üzerine, temeli
olmayan ince bir minare eklendi (depremlerde bu minare sıkça yıkıldı). Belki de
zincirlere bağlı iskence gören “inanç şehitlerini” anmak için mermer halkalar
asıldı, halk bunun için “küpeli cami” dedi.
Ben 1983’te Edirne’ye geldiğimde minare kısmen
yıkıktı, son cemaat yerini örten çatı yoktu, mermer sütunlar dimdik duruyordu
ve cami ibadete kapalıydı. 1988-91 arası Trakya Üniversitesine bağlı Restorasyon
bölümü öğrencileri bazı çalışmalar yaptılar, Valilik ve müftülük halk arasında
yardım kampanyası başlattı (1),
fakat maddi yetersizlik yüzünden büyük onarım tamamlanamadı. Ancak Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nün plan ve program dahilinde, bütçe karşılığında başlattığı
restorasyon 2005 yılında sonuçlandı. İç duvarların tezyinatı, ahşap mahfiller,
mihrap ve vaiz kürsüsü çağdaş ürünlerdir. Camiyi baştan başa süsleyen halılar
da Edirne Belediyesinin katkısı imiş.
Kaynaklar:
1 R. Kazancıgil, ”Edirne
İmaretleri”, 1991
2 O.N.Peremeci, “Edirne Tarihi”, Resimli
Ay Matb., İstanbul, 1939; tıpkı basım,
Edirne, 2011.
3 Örfî Mahmud Ağa, (elyazma:
Berây-ı Şehr-i Edirne,~1760); ilk basım:
Tarih-i Cevrî
Çelebi, İstanbul, 1291-92
(1876)
4 R.Ousterhout &
Ch.Bakirtzis, The Byzantine Monuments of the Evros/Meriç River Valley, Thessaloniki, 2007. European Center
for Byzantine and Post-Byzantine Monuments.
5 Ahmet Bâdi,
Riyâz-ı Belde-i Edirne (elyazması), 1893-1907, İstanbul, 2000 (Çev. R. Kazancıgil)
6 Rifat Osman, Edirne Rehnüması,
1920; yeni baskı, Edirne, 1994 (Yay.R. Kazancıgil);
Üçüncü baskı, İstanbul, 2013.
7 Abdurrahman Hibrî, “Enîsü’l-Müsâmirîn”(elyazması),
1635; 1. baskı, Edirne, 1996 (çev.R. Kazancıgil)
8 R.Kazancıgil, M.Tuğrul, ”Edirne ve Osmanlı
Padişahları”, 2001
9 Gurlitt,C. “Die Bauten
Adrianopels”, Orientalisches Archiv I,
(1910-11), 1-4, 51-60
10 E.H.Ayverdi,”Osmanlı Mimarisinin İlk
Devri (1230-1402)”, İstanbul, 1966.
11 O.Aslanapa,”Osmanlı Devri Mimarisi”,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1986
12 S. Eyice,”Bizans Devrinde Edirne ve bu
Devre ait Eserler”; Edirne’nin 600. Fetih
Yıldönümü Armağan Kitabı, TTK
Basımevi, Ankara, 1965
13
Evliya Çelebi,
Seayahatname, c. 5
14 K.Kosteneçki, Stefan Lazareviç. Yıldırım
Bayezid’in Emrinde Bir Sırp Despotu; Çev.
Hüseyin Mevsim, Kitap Yay, İstanbul, 2008
15 İ.H.Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi, I cilt, 4.baskı,TTK Basımevi, Ankara, 1982
16 J.Schiltberger, Türkler ve Tatarlar
Arasında (1394-1427); Çev. Turgut Akpınar, 2. b.,
İletişim Yay, İstanbul, 1995.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder